Sayfalar

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Power of the Forest


Daha dünden, bu günün inanılmaz bir şekilde heyecanlı geçeceğini biliyordum. Bu yüzden bir gün önceden, annem ve babamla yarın ne götüreceğimi tartışırken bile kafamı oraya yeterince veremiyordum. Babam ve annem eski dağcılardı. Bu yüzden de ben doğru dürüst düşünemiyorken bile bana tavsiyelerde bulunuyorlardı. Sonuç olarak o gece : Üç tane argeta (bir tür ezilmiş tavuk. kremalı bir şey) ve üç tane de domates soslu balık, iki tane büyük soda ve iki tane de ekmek almıştım. Bu işin organizatörlerinden olan Naida (Kusta) telefonda herkesin kendi yiyeceklerini getirmesi gerektiğini ve uyku tulumu getirmemi gerektiğini söyledi. Ben de amcamdan ödünç almaya karar verdim ve onu aradım. Böylece yarın sabah dokuzda bulunmadan hemen önce onların evine kadar gidip, uyku tulumunu alacaktım. Onların evi ise bizim evden otobüsle yarım saat, yürüyerek 3,5 saat ve bisikletle de 50 dakikaydı. Ben de bu yüzden sabah 06.30’da kalkıp yıkandıktan sonra, ağır çantamla onların evine bisikletle yola çıktım. Geç kalmayı hiç sevmediğimde pedalları hızlıca çevirerek tam 53 dakikada oraya ulaşmayı başardım. Onların büyük yokuşu yürüyerek çıkıp uyku tulumu alarak, çantamı inanılmaz ağırlaştırdım. Tüm bunları 08.00’e kadar bitirmiştim ve bir saatlik bir açığım vardı. Onu da bir teyzeyle konuşarak geçirip, saat 08:45 gibi nerede olduğumu sorgulayan bir telefon aldım. Sonuç olarak Kusta ile buluştuk. Normalde dünden plânlanan şekilde yedi kişi buluşmamız gerekiyordu. Bunlar : Zelimir, Maida, Kusta, Mirnesa, Halime ve Amela idi. Ama sabah Amela sevgilisi yüzünden, Halima’da hasta olduğu için gelmedi. Sonuç olarak 3 kız, 2 erkek kalmıştık koca grupta. Bir de Zelimir’in sevgili köpeği hediye olarak gelmişti. İki farklı arabayla Bukovac denilen yere gittik. Saat daha 09.00 olmamışken oraya ulaşmıştık bile. Çantalarımızı alarak yavaş yavaş yukarı doğru yola koyulmaya başladık. Daha birkaç metre bile yürümeden çeşme görünce iki tane büyük soda götürdüğüme pişman olmuştum, çünkü her iki adımda bir çeşmelerin olacağı belliydi. Suyum olmasına rağmen oradan içmeyi ihmal etmedim ama.

Yarım saat kadar yokuş yukarı yürüyünce, kondisyonsuz olan benim çoktan ayaklarım ağrımaya başlamıştı. En önde Kusta’nın babası yürüyordu ki bu yerleri bildiğinden, bizim için bir tür rehber gibi gelmişti. Ben ve Maida çoktan arkada kalmıştık zaten. İki saatlik zorlu bir yürüyüşten sonra Bukovac’ın neredeyse zirvesindeki dağ evine ulaşmayı başarmıştık.

Tabii sadece ben değil, herkes bir nevi yorulmuştu ve hepimiz biraz yemek için can atıyorduk. Bizim en baştaki amacımız sadece ; biraz eğlenip o geceyi burada geçirdikten sonra evlerimize dağılmak. Ama daha bir saat bile geçmeden hepimiz sıkılmaya başladık, çünkü yapacak bir şey yoktu. Zelimir kartları getirmişti ama o da bu sıcakta oynanacak gibi değildi zaten. Saat 12.00 olmuşken sıkıntıdan ben uyuya kalmışım zaten.

Ben uyurken Zelimir, Kusta, Maida ve Mirnesa kendi aralarında konuşmuş, ve bu sıkıntıda burada kalacaklarına şimdiden eve dönmeye karar vermişlerdi. Ben uyandırıp kararlarını açıkladıklarında ben biraz üzülmüştüm ama bunu bozuntuya vermedim. Biz toplanana kadar saat 14.00 olmuştu bile. Tekrar aynı yönden dönmeye başladık. Sonunda da bir yol ayrımının önünde durduk. Bir taraf, bizim en başladığımız yere gidiyordu. Diğer taraf ise, Skakavac denilen çok güzel bir şelaleye kadar gidiyordu. Hazır gelmişken bunca yolu boşuna gitmemiş olmayalım diye Skakavac’a kadar gitmeyi, oradan da eve dönmeyi kararlaştırdık. Bu kararı sürekli panik atak geçirmekte olan Kusta haricinde herkes kabul etti. Kusta daha önce plânlanmamış şeyleri yapmaktan nefret eden biriydi ve ilk 15 dakika boyunca dırdırıyla canımızı sıkmaya devam ettirdi. Yavaş yavaş ormanın içinden yol boyunca devam ettik.
Aslında Kusta’yı hepimiz severdik çünkü kızmasıyla ve paniğiyle hepimize enerji veriyordu ve yol boyunca bir şeyler konuşmamızı sağlıyordu. Yaklaşık yarım saat kadar yürüdükten sonra yol sağa doğru sapmaya başladı. Ama tam saptığı bir yerde ormana doğru açılmakta olan bir açıklık gördük. Ben ve Zelimir oradan gitmeyi kararlaştırdık ve her zaman gibi Kusta haricinde herkes kabul etti, ve grubun çoğunluğu kabul ettiği için o da kabul etmek zorunda kaldı. Ormanın içinden, görünen bir yol bile olmadan dümdüz devam ettik.

Bir süre sonra ben ve Zelimir dahil hepimiz kaybolduğumuzu biliyorduk ama bunu Kusta haricinde kimse dile getirmedi. Yol boyunca sürekli geri dönmemizi öneriyordu zaten. Sonunda bizde kabul ederek yoldan geri dönmeye karar verdik ama geri dönülecek bir yol yoktu. Kimse akıl edipte arkamıza bakmamıştı. Ormanın tam ortasında kalmıştık ve ilerlemekten başka çare yoktu. Zaten Kusta delirmişti ve yol boyunca bir daha asla bizi dinlemeyeceği konusunda söylenip durdu. Sonunda Zelimir’in sadık köpeği sayesinde bir su bulduk. O suyun de bizi, şelaleye götüreceği mantığından yola çıkarak suyu takip etmeye başladık. Yaklaşık 15 dakika kadar sonra suyu takip ederek yola ulaştık. Zelimir belki de fazla kestirmeden geldik dedi. Çünkü uzun yürümüştük ve çok fazla yolu yok saymıştık. Bu yüzden en azından bir fikir edinebilmek için yolun yukarısına doğru yürümeye başladık. 10 dakika yürüdükten sonra bir türlü şelaleye varamadık. Ben bir fikir edinebilmek adına bir kayaya çıktım ve etrafı gözetledim. Etrafta ne bir ses, nede bir açıklık vardı. Zelimir’de yanıma gelerek bunu doğruladı zaten. Ben ve Zelimir aşağıya inince Kusta ve Mirnesa aynı yoldan yukarıya doğru yürümeye başlamış, Maida’yı da burada bırakmışlardı. Maida ve Zelimir orada beklerken ben koşarak onları yakalamaya çalıştım. O ikisi her nasılsa çok uzun yol gitmeye başlamışlar. 10 dakikalık bir koşuşun sonunda onları yakalayıp şelalenin aslında aşağıda olduğu konusunda onları ikna etmeyi başardım. Sonunda tekrar beş kişi zaten ölmüş bir durumda aşağıya doğru yürümeye başladık. Yaklaşık 2,5 saatlik bir yürüyüşten sonra arkamızda insanlar belirmeye başladı. Onlar da bizimle aynı yere gitmekte olan dağcılardı ve Kusta aynı paniğiyle onları soru yağmuruna tutmaktan geri kalmadı ve o ayrılan yoldan buraya kadar 7,5 km kadar olduğunu söyledi. Demek ki biz kaybolduğumuz ormanda aslında yolu çok fazla kestirmemiştik. Tabii kimse bunu Kusta’ya hatırlatacak kadar salak değildi, kendiside sinirinden bunu fark etmemişti zaten. O insanlar arkamızda belirlemesinden yaklaşık 10 dakika kadar sonra şelaleye gitmekte olan açıklığa kadar ulaştık. Aşağıya inerken yoldan gelen insanlara ne kadar kaldığını sorduk. Orada ki adamda inmenin kolay ama asıl çıkmanın aşırı zor olduğunu söyleyince Kusta ve Mirnesa orada bir taşa oturup bizi beklemenin daha akıllıca bir iş olacağı sonucuna vardılar. Kısa bir tartışmadan sonra dayanamadık ve buraya kadar gelmişken kaçırmanın akıllıca bir iş olmayacağı sonucuna vararak inmeye başladık. 10 dakika sonra şelaleye ulaşmıştık. Tüm bu belanın kaynağıydı o zaten ama kesinlikle değmişti geldiğimize.


Üçümüz orada oturup dinlenirken sonunda Kusta ve Mirnesa geldiler ve artık güneşin batmaya başladığını ve başka bir yoldan giderek, dağ evine dahi uğramadan geri dönmemizi önerdi. Maida en başta bunu kabul etti ama ben ve Zelimir o kadar yolu dönerek arabayı almamız gerekiyordu. Gerçi sonradan öğrendik ki meğer dağ evinden buraya çok kolay bir yol varmış. İnerken 45, çıkarken de 1,5 saatin alacağı bir yol. Tabii Kusta o kadar sinirlendi ki sonunda yediklerinin hepsini kusmaya başladı. Tabii o da sonunda dayanamadı ve anca beraber kanca beraber dedi. Hazır hepimiz buraya kadar gelmişken aynı boku yiyerek tekrar geri dönmeyi önerdi. Hepimiz buna tamam dedik ama henüz dinlenmiş değildik. Yine de o büyük yokuşu tekrar çıkmaya başladık. Adam kesinlikle haklıydı. Çıkmak o kadar zordu ki durup durup dinlenmek zorunda kaldık. Toplam 10 dakikada inmeye başladığımız yolu 25 dakikada çıkıp, o bahsedilen kestirmeye kadar geldik. Ben ve Zelimir yola bakınca şaşırmıştık. Çünkü yol tam yokuş yukarı bir ormanın içinden geçiyordu. Ormanda ise ne bir iz, ne de bir yol vardı. Az geçilen bir yoldu ama kesinlikle kısaltıyordu. Saat 17:50 olmuştu ve akşam olmasına çok az bir vakit vardı. Bu yüzden de acele etmemiz icap ediyordu. Sadece 20 dakika yürüdükten sonra diğerlerini yemek yeme konusunda ikna etmeyi başardım. Bu kadar yolu, yemek yemeden çıkmamız kesinlikle imkânsızdı. 10 dakikalık bir yemek molası verdik. (Köpek o kadar açtı ki, ağlayan gözlerle benim elimdeki balık konservesine bakıp duruyordu)

Her neyse yürümeye devam ettik. Her zaman ki gibi ben ve Maida çok arkada kalmışken, Mirnesa, Kusta ve Zelimir çok öndeydiler. Hatta bir süreliğine onları görmemiştim bile. Hatta Maida bile benden iyiydi, ben aşırı arkada kalmıştım ve her on adımda bir durup dinleniyordum. Bir şekilde, itekleye itekleye yürümeye devam ettim. Öyle zar zor yarım saat kadar yürüdük. Sonunda ta ileride, o üçünü bekler halde bulduk. Kaybolmuşlardı ve nereye gitmemiz gerektiğini bilmiyorlardı. Kusta zaten kendinde değildi. Oradaki bir taşta oturmuş, sabah kadar hiçbir yere gitmeyeceğinden bahsetmeye başlamıştı. Zaten hepimiz bıkmış durumdaydık. Hepimiz o sırada bir şeylere yaslanmış beklemeye başladık. Bende ayağımı ağaca vermiş dinleniyordum zaten. Hava kararmaya başlamıştı zaten ve bende de sadece ben yatarken kullandığımız uyku tulumu vardı. Onlar daha şimdiden nasıl ateş yakacağımızı ve yemek yiyeceğimizi düşünmeye başlamıştı.

Zelimir her gün spor salonuna gittiğinden ayağa kalktı ve yol hakkında bir ipucu bulabilecek mi diye biraz bakmaya karar verdi. Tek güç ondaydı zaten. Bende onunla gitmeye çalıştım ama daha iki adım atmadan yerdeydim zaten. 5 dakika kadar sonra ileride bir yol olduğunu ve işaret olduğunu söyledi. Biz bunu duyunca tabii hemen ayaklandık ve tekrar yürümeye başladık. Naida ve Kusta yine çok öndeydiler ama Mirnesa’da bizimle yorgunlar kervanına katılmıştı. 15 dakika kadar yürüdükten sonra büyük bir açıklığa geldik. Kusta ve Zelimir zaten görünmüyorlardı bile. Hava şaşırtıcı derecede aydınlıktı. Sonunda o karanlığın ağaçlar yüzünden olduğuna karar kıldık ve o ikisinin umursamadan orada oturmaya karar verdik. Etrafta çiçekler falan vardı.

Tam kamp kurulacak yerdeydi. Mirnesa çoook ileride bir bank gördü. İki tane siluet vardı ve etrafında da sarı bir nokta hareket ediyordu. Biz onları görünce tekrar yürümeye başladık ve küçük bir kulübenin yanına kurulmuş olan banka kadar ulaşmayı başardık. O sırada güneş batmaya başlamıştı zaten ve hepimiz yorgunduk. O kulübeden bir adam çıktı ve elindeki şişeyle hemen önümüzde durmakta olan çeşmeye su doldurmaya gidince Kusta adamı durdurup ne kadar kaldığını sordu. Adam konuşurken ceketi açıldı ve silahın ucu göründü. Ben ve Zelimir haricinde hiçbiri bunu fark etmedi. Zaten Kusta fark etseydi, bizi öldürtürdü. Adam dağ evine kadar 10 dakika yürümemiz gerektiğini söyleyince doğal olarak hepimiz sevinçten çıldırdık.

O kadar yorgun olmamıza rağmen hemen yola koyulduk ve yaklaşık olarak 15 dakika kadar sonra dağ evine ulaşmayı başardık. Tabii dağ evini etrafı daha öncekinden çok daha karanlıktı. Hatta dağ evine doğru yürürken hemen sağda bir grup fark ettik. Bu grupta tam 10 kişi vardı ve her erkeğin sevgilisi vardı. 10 tane eş yani. Köpeği mangal yaptıkları köftelerle biraz besledikten sonra eve ulaşmayı başardık ve hemen önümüzdeki masaya attık kendimizi. (Hemen yolda oraya gelmiş olan birinin köpeği, bizim köpeğe saldırdı ama sahibi gelince ayırdılar hemen. Köpek Alman kurduydu, bizimki ise Golden Retriever) Yarım saat sonra etrafı karanlık basınca arabaya kadar ulaşamayacağımıza karar kıldık ve geceyi burada geçirmeye karar verdik. Ama daha önce odaları iptal ettiğimizden ve o odalarda dolduğundan kalacak bir yerimiz yoktu ama otelin sahibi bizleri sevdiğinden bir şekilde sıkıştırmayı başardı. Odamız 2 ye 2 küçük bir odaydı. Normalde oraya sadece bir yatak sığabiliyordu ama onlar orayı tamamen kaplayacak şekilde bir minder serdi ve onun söylemine gerek beşimizde yan yana yatacaktı. Hepimiz kabul ettik. Zaten ayaklarımız bize işkence çektirdiğinden kimse karşı çıkacak gücü bulamadı kendinde. Tüm her şeyimizi oraya koyduk ve yataklara yatıp tavanı seyretmeye başladı. Evet hepimiz yorgundu ama şimdilik kimsenin uykusu yoktu. Bu sırada o gruptakiler aşağıya gelmiş gitarla gürültülü bir şekilde şarkı söylemeye başladı. Herkes şarkı eşlik ediyordu, böylece daha da fazla gürültü çıkıyordu. Saat 22.00’ye kadar aramızda konuşmaya devam ettik. Sonunda da o kartları kullanmaya karar verdik ve iki el kart oynadık.

Herkesin artık uykusu gelmişti. Tekrar aramızda konuşmaya başlayınca hemen yan odadan bir inleme sesi geldi. Tam bir seks sesiydi. Ben ve Zelimir hemen kavradık zaten. Birbirimize baktık ne oluyor diye. Bunu kızlara söyleyince inanmadılar ama bu sefer ses biraz daha yüksek gelince hepsinin yüzü kızardı. Hatun yan odada resmen inliyordu ve duvarlarda aşırı ince olduğundan hepsini duyabiliyorduk. (yatağın gıcırdamasını bile) Zelimir o seks seslerini bastırabilmek için telefonunda Rock bir müziği açıp sesini sonuna getirdi. 5 dakika falan sonra ses kesildi, çünkü grubun diğer üyeleri gelmeye başlamıştı. Böylece altımız gece 23.30 gibi yavaş yavaş uykunun gücüne yenilmeye başladık. Uykumum sırasında Zelimir’in sesini duydum. Saat yaklaşık olarak 01.00 gibiydi. Köpeğine “İşemen mi gerek oğlum. Hadi gidelim o zaman.” dedi. Ben bunu duydum ve gözlerimi açmaya tenezzül etmedim. Sanırım 15 dakika kadar sonraydı. Aşağıda büyük bir gürültü geldi. Yanımda bir tek Kusta vardı, diğerleri aşağıdaydı. “Ben gidiyorum.” dedi. Dedim “Nereye” “Aşağıdaki sesi duymadın mı? Bir şey oldu.” dedi. Benim de merakımı cezp etti ve Kusta ile birlikte aşağıya indim. Koridorda Zelimir kanlar içinde yerde yatıyordu ve insanlar da etrafında toplanmış ona yardım etmeye çalışıyordu. Sol kolu kanlar içindeydi ve onun da yüzü bembeyazdı. Kusta köpeğin denetimi alırken ona bunun neden olduğunu sorunca, orada bulunmuş olan Maida bize olayı kısaca anlattı. Zelimir köpeğini işetmeye götürürken, hemen kapının dışında durmakta olan Alman kurdu, bizim köpeğe saldırmış. Kendi köpeğini de ölesiye sevmekte olan Zelimir, araya girip çaresizce onları ayırmaya çalışmış. Alman kurdu’ da bizim köpeği ısıracağım derken Zelimir’in kolunu ısırmış ve sahibi olay mahalline gelene kadar da ısırmaya devam etmiş. Sonunda köpeği bir yere bağladılar ama Zelimir önümüzdeki 1 saat boyunca kendine gelemedi. Ben ile Kusta elimizde sopayla köpek işeyene dek bekledik ve Kusta köpeği odaya götürürken ben Zelimir’in yürümesine yardım ettim. Zelimir’in kolu çok acıyordu ve hemen uyumaya gitti. Bende onunla gittim zaten. Odamız böcek doluydu. Aslında canlı değillerdi ama bu kızları korkutmaya yetiyordu. Böylece Mirnesa haricinde diğer kızlar aşağıdaki salonda uyumaya karar kıldılar. Millet hâlâ gitar çalıyordu. Ben uyumaya çalıştım ama başaramayıp kızların yanına gittim. Zelimir odasında kalıp uyumaya devam etmişti. Kızların yanına otururken Mirnesa dışarı gel, konuşalım, canım sıkıldı dedi. Ben de kabul ettim ve böylece dışarı çıktık. Aşk-Film-Odanın dağınıklığı ve yemek hakkında sırasıyla konuştuktan sonra ben uykumun geldiğini söyledim ve salona çıktım. Maida ve Kusta oradaki masalardan birine kurulmuş, çoktan uykuya dalmışlardı. Ben de Zelimir’in solundaki yatağı alarak saat 03.00 gibi uyumaya başladım.

Sabah 09.00 gibi milletin konuşmasından dolayı uyandım. Köpek dahil herkes tam yanımda duruyordu. Gitme zamanın geldiğini söylediler ve bu sefer sevinmiştim. Küçük bir kahvaltı ettikten sonra geldiğimiz aynı yolda yürümeye devam ettik. Yolda herkes neşeliydi. Bir süre fıkra değişimi yaptık. Hatta Zelimir o koluna rağmen şarkı bile söyledi. Sonunda büyük Sarayevo manzarası karşısında bir süre dinlendik.

1,5 saat yürüdükten sonra arabaya ulaşmayı başardık. Hatta arabaya doğru yürürken önüme bakmadığımdan düştüm bile :))
Sonuç olarak beş kişi küçücük arabaya kurulduk, köpekte bagaja gitti. Arabayla 15 dakikalık bir yolculuktan sonra şehre ulaştık. Herkes selamlaşıp dağılınca bende bisikletimi koyduğum yere gittim ve o yorgunlukla bisikletle eve doğru 1 saatlik bir yolculuk yaptım. Eve gelince kendimi yatağa atmamla uyumam bir oldu zaten. 7 saatlik bir uykudan sonra sonunda kendime gelmiştim. Her şeye rağmen müthiş bir macera olmuştu hepimiz için. Kusta bir daha hayatı boyunca dağa gitmeyeceğini söyledi ama 10 yıldır onu tanımakta olan Zelimir’in bir şekilde onu ikna edeceğini düşünüyorum.
Bu arada Zelimir’le önümüzdeki iki hafta sonrası için bir plân yapmıştık. Bisikletle şehirden şehre ormandan geçerek yolculuk yapacaktık ki bu yaklaşık olarak 250 km’lik bir yolculuğu kapsıyordu. Bakalım o bu kadar yazmaya değecek mi, hep birlikte göreceğiz.

Grubu göstermeden olur mu :))



[Soldan : Ben, Maida, Mirnesa, Kusta, Zelimir ve sadık köpeği]

30 Nisan 2010 Cuma

2. Bölüm : Konferans



11 Mart 2023. Dublin, İrlanda. Saat 02:30


“Neden bu kadar acele çağırıldığımız hakkında bir fikrin var mı?” diye sordu Aaron. Toplantı odasındaydılar ve tam bir kargaşa hakimdi. Kasaba’da bulunan beş grubun tamamı da bu geceki toplantıya çağırılmıştı ve hepsi onlar gibi büyük bir şaşkınlık içindeydiler. Herkes bir andan konuşuyor, bazı görevliler ise ortamı dağıtmaya çalışıyordu lakin imkânsızdı. Aaron ile beraber grubun tamamı gelmişti ve çoğu uykusuzluğunu üstünden atmaya çalışıyordu. Grubun diğer üyelerinden Aiden çoktan uykuya dalmış hafif horluyordu, Cedric dişlerini sıkmış pür dikkat henüz açılmayan siyah ekrana bakıyor, Gabrielle ve Emily neden çağırıldıkları konusunda derin bir sohbete dalmışlardı. Hepsi huzursuz ve meraklıydı.
“Bilmiyorum.” diye cevapladı onu Cedric. “Sanırım cevabı birazdan alacağız.”
Cedric oldukça düşünceliydi. Herkesin aynı anda çağırılması bulundukları kasabayı geçici süreliğine de olsa savunmasız kılıyordu zira onu korumakla görevli herkes şu anda bu rahatsız edici, sesli ve kalabalık salon’un içindeydi. Başka grup veya radyasyon sayesinde değişime uğramış hayvan veya insan şimdi saldırsa, büyük bir trajedi kaçınılmaz olacaktı. Bu yüzden toplantı’nın bir an önce başlamasından yanaydı. Dalgalı, açık kahverengi saçlarını arkaya doğru itti. Bu yeşil gözlerini ve gözlerini boydan boya kaplayan ilginç yarasını ortaya çıkarmıştı. Gergindi ve kesinlikle şu an uyumakta olan Aiden’den nefret ediyordu. Onun kadar rahat olabilmek, kimseyi önemsememek ve gerektiğinde acı çekmeden mutlu mutlu uyumayı isterdi.
Birden salon’daki herkes bulanıklaştı. Herkes ondan uzaklaşmaya başladı, bu aynı zamanda başının fena halde döndüğünün de işaretiydi. Sesler kulaklarını rahatsız ediyordu, ortaya çıkmak ve tüm kuvvetliyle bağırmak ve herkesi susturmak istedi bir an. Dayanılmaz acı tüm vücudunu kaplıyor onu diğerlerinden soyutluyordu. Ve bir anda her şey normale döndü. Baktığında bacaklarına batırılmış ince ve boş bir iğne gördü. Hemen ardında da Aaron’un eli. Hemen ardından gizlice iğneyi çekip montundaki bir cebe attı.
“İlacını bu kadar geciktirmemelisin Cedric. Ben olmasaydım ölebilirdin.” dedi Aaron gergin bir sesle. Cedric ise onu dinlemiyordu, uyuşmuş elleri ve bacakları tekrar onun kontrolüne geçmişti. Sonunda yine hayatının şoför koltuğunda o vardı.
“Cedric!”
“Tamam.” dedi bakışlarını tekrar siyah ekrana yönlendirerek. “Unutmuşum.”
“Hayır unutmadın!” dedi Aaron yine aynı ses tonuyla. “Acı çekmek istedin. Herkes için acı çekmek zorunda değilsin Cedric. Seni hâlâ önemseyen insanlar var. En azından onlara yapma bunu.”
“Ben...”
“Hepiniz hoş geldiniz.” dedi mikrofondan bir ses. Bu tanıdık bir sesti. Bir lider’in sesi. Mark!
Büyük ekran’dan şu anda dünyadaki her kasabaya bakıyordu. “Biliyorum biraz aceleyle çağırıldınız ama içinde bulunduğumuz durum oldukça acil.”
Salon’da bir takım mırıltılar duyuldu. Herkes dikkatini büyük ekrana vermiş, çıkacak haberleri merakla bekler haldeydi.
“Benim de henüz yeni öğrendiğim bir haberin üzerine şunu söylemeliyim ki artık elimizde büyük bir umut var.” Salonda ki herkes sevinç çığlıkları ile havaya zıpladı. Alkışlar havada süzülüyor, herkes birbirine sarılıyordu. Bunun olacağını bilen Mark bir süreliğine bekledi. Huzursuzca kıpırdandı. Sanki Cedric’in delici bakışlarını hissediyor gibiydi. “Hepinizin sevindiğini az çok tahmin edebiliyorum ama şunu bilmenizi isterim ki bu umut’un büyük riskleri var. Her neyse, sizin için lafı çok dolandırmayacağım. Doğu Avrupa’da büyük bir emici var. Tüm radyasyonu emebilecek güçte bir emici. Tüm umutlarımızı yeşertecek olan bir emici.”
Aiden bile ayaklanmış, belki de hayatında ilk defa bir şeyi dikkatle dinlemeye başlamıştı. Kurnaz gözleri başkan’ı inceliyordu.
“Dünya üzerinden en iyi gruplardan yedi grup seçeceğim emiciyi bulup çalıştırması için. Radyasyon’a bulaşmamış her kıtadan bir grup. Tehlikeli ve özel bir görev olmasına rağmen içinizden herkesin büyük bir bağlılıkla bu görevi kabul edeceğinden hiçbir şüphem yok. Grup’ların kendilerini kanıtlamış olmaları gerekiyor ki insanların emiciyi bulup çalıştıracağından şüphesi kalmasın. Bu yüzden kendi adıma puan sistemi yarattım ki bu puanların değerlerini sadece kasaba liderleri bilecek. En fazla puan’ı toplayan yedi grup bir ay içinde yola çıkacak. İyi şanslar dilerim çocuklar.”
Ve ekran kapandı.
Kimseden çıt çıkmıyordu. Bu sessizliğin arasından kasaba lideri Oliver Gallen kürsüye çıktı. Büyük kahraman’dı Oliver zamanında. Büyük savaşlara katılmış, zamanında kendi kasabasının en önemli grubunun lideri olmuş ve insanlar tarafından her zaman sevilmişti. Şimdi ise ondan kalan tek şey eski ve güçsüz bir et yığınıydı. Zeki, yönetici ama güçsüz biriydi Oliver. Bedeni artık ruhunu taşımaktan yorulmuş, günün büyük bir bölümünü evinde ölümü bekler halde bırakmıştı. Ama tüm grup liderleri ona saygı duyuyordu. Kasaba’nın şimdiye kadar güvenli bir kasaba olmasının asıl nedeniydi Oliver.
“Sayın Başkan’ın dediklerini duydunuz. Puanlama sistemi elime ulaştı.” dedi elindeki kâğıdı kalabalığa doğru sallayarak. “Benimle olan kişisel ilişkilerini kullanmak isteyen olursa hiç çekinmeden eksi puan kullanırım. Başkan’ın belirlediği toplam yedi tane test var. Tamamını geçen sadece bir grup başkan’ın yolculuğuna katılacak..” dedi. “Sorularınız var mı?”
Büyük sistem grubunun lideri elini kaldırdı. Oliver’in gözü ondaydı zaten. “Evet Wayne.” dedi Oliver.
“Yanılmıyorsam İrlanda’da yüzün üstünde kasaba ve kasaba lideri var. Herkes kendi grubunu yollamak isteyecektir. Yüzün üstünde en iyi grup mu gelecek yani?”
“Aldıkları puan arasında en fazla puanı alacak olan grup hak edecek gitmeyi. Başka sorusu olan. Evet Keith.”
Yeraltı grubunun sıska lideri ayağa kalktı. “Emicinin yeri tam olarak biliniyor mu? Tehlike’nin kaynağına amaçsız gitmeyeceğiz değil mi?”
“Başta amacınız sadece Bosna veya Kosova’ya ulaşmak olacak. Bosna daha yakın ise Bosna’ya. Yol sırasında başkan araştırmalarının sonuçlarını anlık olarak size aktaracak. Araba ile bir ay’dan fazla sürecek yolculuk. Yolda çıkan sorunlardan bahsetmiyorum bile. Başkan ile haberleşmek için görüntülü telsiz olacak elinizde. Ve işinizi kolaylaştıracak daha bir sürü ıvır zıvır daha. Başka sorusu olan?”
Kimse elini kaldırmadı. “Tamam öyleyse. İlk göreviniz iki gün sonra olacak. Amacınız şehre gidip toplayabildiğiniz kadar yemek toplamak. Sağlıklı et için artı puanlar olacak.” Elindeki kâğıt’a bir göz gezdirdi. “En fazla puan toplayan beş grup bir sonraki aşamaya geçerken en az puan alan iki grup diskalifiye edilecek. İyi şanslar beyler. Oturum kapandı.”
Herkes ağır bir şekilde ayaklandı. Cedric hâlâ yerinde duruyordu, düşünceli gözleri sabit bir şekilde hâlâ kara olan ekrandaydı. Aaron, Emily ve Gabrielle donmuş halde oturuyorlardı. Böylesine büyük bir umut içlerini ısıtmalarına rağmen önlerinde çok fazla görev ve sorumluluk vardı. Onlar da düşünceliydiler. Aiden ise ayaklarını masaya uzatmış boş gözlerle Cedric’e bakıyordu. “Bu saçmalıkta neyin nesi?” dedi Aiden. “Dünya batıyor ve bu salakların düşündüğü tek şey puanlama sistemi mi? Oyun mu bu tanrı aşkına.”
“Sonunda umut var işte Aiden.” dedi Gabrielle. “Sana umut olacağını söylemiştim.”
“Sakin ol Pollyanna. Daha tüm testleri geçecek, yola çıkacak, yoldaki her canavarı def edecek ve bilinmezin ve tehlike’nin ortasında emiciyi bulup çalıştıracağız. Ki onun da çalışacağı garanti değil. Kim bilir kaç yıldır orada gömülü halde duruyor.”
“İyimserliğin için teşekkürler.” diyen Emily sinirli bir şekilde ayağa kalkarak kapıya yöneldi. Gabrielle’de aynı sinirle ayağa kalkarak en iyi arkadaşının peşinden gidip gözden kayboldular.
“Ne oldu şimdi?” dedi Aiden şaşırmış numarası yaparak. “ Doğruları söylemek ne zamandan beri kötümser tavır oldu?”
“Fazla açık sözlüsün kadim dostum.” dedi Aaron. Ayağa kalkarak Aiden’in sırtına hafifçe vurduktan sonra kapıya yöneldi. Aiden ayaklarını çekerek Cedric’in yanına yaklaştı. “Her şey bir yana bu tam kutlanacak bir haber. Öyle değil mi yaşlı kurt? Porsuk’a gidip bir içki içmeye ne dersin?”
Cedric zorlukla ayağa kalktı. “Yorgunum Aiden. Zor bir gün oldu. Eve gidip dinleneceğim. Büyük ihtimalle Gabrielle, Emily ve Aaron kutlamaya gitmişlerdir. Onlara katıl.”
Ağır adımlarla o da dışarı çıkarak gözden kayboldu.

19 Nisan 2010 Pazartesi

1. Bölüm : Gizemli bir umut.



Yıl 26 Nisan 1986..
Yerel saatler 01.23'u gösterirken Ukrayna'da Kiev yakınlarındaki Çernobil kasabasında bulunan nükleer santralin dördüncü reaktörü infilak etti. Patlamayla birlikte reaktör bir anda alevler içinde kaldı. Büyük miktarda radyoaktif element atmosfere dağıldı. Çernobil'de o gece, Amerika tarafından Hiroşima'ya atılan gibi belki de yüzlerce atom bombası patlamıştı.Radyasyon önce Ukrayna, Belarus ve Rusya'yı vurdu. Radyasyon yüklü bulutlar, fazla gecikmeden Avrupa ülkelerinin pek çoğunu ziyaret etti. Resmi verilere göre, kaza sırasında yayılan radyasyondan ilk olarak 31 kişi oldu. Ancak daha sonra ortaya çıkan veriler, felaketin zaman içinde on binlerce kişinin ölümüne yol açtığını, 50 bin kişinin felaketten etkilendiğini gösteriyor. 3.5 milyon Ukraynalı, çeşitli oranda radyasyona maruz kaldı. O zamanlar bilimadamları ortaya çıkarmıştı ki eğer ikinci reaktör patlamış olsaydı Avrupa'nın tamamı yaşanamaz hale gelecekti.
Yıl 23 Ekim 2021
Aynı yerde nedensiz bir biçimde iki reaktör daha infilak etti. Patlamaya kimin veya neyin sebep olduğu hâlâ araştırılmakla beraber sadece Avrupa değil dünyanın pekçok bölgesi artık yaşanamaz durumda. Zehirli toskinler havayı esir almış, rahat bir şekilde nefes almayı imkânsız kılmıştı. Genel tahminlere göre artık 110 milyon kişi hayatını kaybetmiş ve 50 milyon kişi'de radyasyon'un aşırılığı nedeniyle değişime uğramıştı. Hayatta kalmayı başarmış bir avuç insan yediklerin yemeğin, içtiklerin suyun veya soludukları havanın zehirli olup olmadığı hakkında düşünmeden bir saniye bile geçirmiyorlar. İçlerinden herhangi birinin bir anda ölmesi veya değişime uğraması an meselesi.
Ve 22 Temmuz 2023
Dünya'nın yaşamayı başarmış önemli birkaç bilimadamları bir ipucu buldu. Gizlenmiş kâğıtlardan veya raporlardan yola çıkarak doğu avrupa'da bir yerde dev bir emici olduğunu ortaya çıkardılar. Bu emici 110 km2 genişliğinde ve yerin altından yeryüzüne doğru 11 km uzunluğundaydı. Bu emici çalışmaya başarırsa zehirli hava toksinleri emilecek ve dünya kabuğunda bir yerde hapsedilecekti.

*** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***


2 ay boyunca insanlar hiçbir şey yapamadı. Ne doğru dürüst yemek yiyebildi ne de radyasyon korkusundan bulundukları yerden çıkabildi. 2 ay boyunca insanlar sadece evlerinde bulunan yiyeceklerle hayatta kalmaya çalıştılar.
O süre içerisinde tam bir kaos ortamı vardı. Ayakta kalmış birkaç başbakan insanlarının başına gelenlerin üzüntüsüyle intihar etmiş, devlet ve insan’lar bir defa daha çobansız kalmıştı.
İki yıl sonra insanlar akıllanmış, yeni bir lider çıkmış, şehirlerin etrafında ve radyasyonun nispeten daha az olduğu yerde küçük kasabalar kurulmuş, hastaneler açılmış, insanların yaşamaları için gereken tüm ihtiyaçlar bir süreliğine giderilmişti.
Söz konusu lider geçici süreliğine başbakan seçildiğinde aklına parlak bir fikir gelmişti. Askerlerden ve eğitimlilerden oluşan grup kurulmasını emretmek. Radyo ve televizyon aracılığıyla belki de on bin kasaba’ya geceler boyunca uğraşarak kasaba lider’i seçmiş ve altı ayda neredeyse tüm kasabalara telsiz bağlantısı kurmuştu. Böylece görüntülü telsiz aracılığıyla onlara istediklerini verecekti. Kurdurduğu gruplar güvenliği sağlayarak tehlikeli şehirlere gittiler. Oradan yiyecek getirdikçe insanlar bu gruplara daha çok ihtiyaç duymaya başladılar. İnsanlar ihtiyaç duydukça daha fazla grup kuruldu ve gruplar kuruldukça kasabalar daha güvenli hale gelmeye başladı. Tüm bu umut kırıntılarına rağmen insanlar yine de istedikleri gibi dolaşamıyor, gruplara ihtiyaç duyuyor ve genellikle diğer kasaba ve şehirdeki insanlarla bağlantı kuramıyorlardı. Hiçbir insanın grup eşliği olmadan kasaba’dan ayrılmasına izin verilmiyordu. Bu da elbette bir takım sorunlara yol açıyordu. İnsanların gezmeye ve yolculuğa ihtiyaçları vardı. Belki de bir tatile.
Sonuç olarak, buna hitaben açılan tüm isyanlar bastırılmış ve kısa süreliğine de olsa barış hüküm sürmeye başlamıştı.

*** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***

11 Mart 2023. Sydney, Avustralya.. Saat 23:11

Mark Wisdom. Geçici lider. Uzun boylu, sakalsız ve zeki bir insandı. Askerleri tarafından yapılan deri bir koltuğa oturmuş toplantının başlamasını bekliyordu. Toplantının ne hakkında olduğunu gerçekten çok merak ediyordu zira sadece acil olduğu söylenen çağrıların detayları yoktu. Sol elinde duran viskisinden bir yudum alarak dışarıyı seyre koyuldu. Avustralya.. Belki de tam olarak zarar görmemiş tek ülkeydi. Güvenlik sıkı bir şekilde tutuluyor ve kendisi dünyayı buradan kontrol ediliyordu. Eğer bir açıklama yapmak istese tek yapması gereken bodrum katına inmek ve büyük televizyon’un karşısına geçtikten sonra yayın yapacağı ülke ve bölgeyi seçmekti. Mark lider seçilmişti çünkü tüm ailesi ölmüş, sevgilisi dönüşmüştü. Kısacası onu hayatta tutan kendi insanlarından başka kimse değildi. Hayat’ından kesip koparamadığı o acı parça her gece rüyalarına giriyor ve onu daha da acınası yapıyordu. Peki nedendi tüm bu insanlara yardım etme isteği? Görünen kısım kendi başına gelmiş şeyi başkasına getirtmemeye çalışmaktı ama başka bir şey daha vardı, biliyordu bunu.
Mark hiçte bir başkan’ın giyeceği türden giysilerle durmuyordu toplantı odasında. Kravat ve iyi bir takım elbise yoktu bir defa. Birbirleriyle uyumsuz renkte bir pantolon ve gömlek giymişti. Aksi’nin beyhude olduğu kararına varmıştı. İnsanların zengin veya gösterişli değil güvenebilecekleri bir lider’e ihtiyaçları vardı. Bunu onlara verebilecek miydi? Kafası çok karıştıktı son günlerde. Karmakarışık emirler veriyor ve bazen kendisinin bile anlamdıramadığı şeyler yapıyordu.
Kendini huzursuz hissetmesi bir yana hiç dostunun olmaması hayatını daha da çekilmez yapıyordu. Umuyordu ki keskin zekâsı şu son günlerde işine yarasın zira umut verici haberleri bekleyeli aylar oluyordu.
Telefon çaldı. Mark düşüncelerinden sıyrılarak kırmızı düğmeye bastı.
“Sayın Başkan. Beklediğiniz bilim adamları geldi.” dedi telefondaki ses. İnce ve zarif. Ama ne demek istediğini her zaman doğrudan söyleyebiliyordu. Onun bu özelliği iyiydi. “Gelsinler mi?”
“İçeri al.”
Mark kendine çeki düzen vererek on sekiz bilim adam’ın tüm koltukları doldurana kadar bekledi. Çeşitli ülkelerden en önemli bilim adamları şu anda bu odadaydı. Muhtemelen dünyanın en zeki beyinleri. Bir umut doğduğunu söylemişlerdi ama detayları merak ediyordu.
“Beyler hoş geldiniz.” dedi Mark oturarak. Başkan oturunca diğerleri de ona döndüler. “Yanılmıyorsam bu kadar acil toplanmamızın nedeni artık belli.”
Bilim adamları evet anlamında başlarını salladılar. Hepsinin gözlerinde umut ve sevinç pırıltıları vardı ama hiç kimse başkan söz hakkı vermeden konuşacak kadar aptal değildi.
“Konu nedir?” diye sordu en yüksek rütbeli bilim adamına dönerek.
“Öncelikle bizi bu kadar çabuk kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.” dedi uzun ve sıska adam. “Adım Kevin Henslig. Danimarka’yı temsilen geldim. Belirtmek isterim ki elimizde ki bilgiler oldukça kesindir. İsveç’ten meslektaşım William Ludin, Belçika’dan Jelle Van Poucke ve Rusya’dan Vladimir Fedorov ile uzun uzadıya araştırmalar yaptık ve zor da olsa Avrupa’nın doğusunda, büyük ihtimalle Bosna veya Kosova’da tüm zehirli toksin ve radyasyonları emecek bir emicinin varlığını ortaya çıkardık.”
Mark oldukça şaşırdı ama bunu belli etmedi. Tüm kanı beynine sıçramıştı. Umut’un söz konusu olduğunu biliyordu ama böylesi bir umut tüm dünyayı sallandırabilirdi. Bir insan sarrafı olan Mark konuşan bilim adamının yüzünü inceledi. Heyecanlıydı, bu da yalan söyleme ihtimalini bir süreliğine de olsa ortadan kaldırıyordu. Dalga geçiyor olabilir miydi? Hayır, buradan canlı çıkamazdı. Sonunda bulundukları kâbus’tan uyanma zamanları mı gelmişti yoksa?
“Emici mi? Neden şimdiye kadar bunun varlığından haberdar değildik peki?” diye sordu Mark kaşlarını çatarak. Bilim adamlarının en sevmediği özellikleri lafı her zaman dolandırmalarıydı. Labirent gibiydi akılları, doğru yolu bulduğu sürece mantıklı bir cevaba götürebilirdi. Bu yüzden sadece durumu açıklamasını gerektirecek sorular sormalıydı.
“O emici sadece Radyasyon belli bir seviyeye geldiğinde tekrar aktif olabiliyor..” diye cevapladı onu Kevin. “Bu büyük uğraşlarla nedeni bilinmeksizin Amerikalı bilim adamları tarafından gizli tutuluyordu çünkü 2000’li yıllarda Rusya’nın aynı reaktör’ü aktif etme plânları ortaya çıktığında böyle bir şeyin olabileceği şüpheleniliyordu.”
Mark göz ucuyla Rus meslektaş’ına baktı. Tüm bunların belki de ülkesi yüzünden yaşandığını bilmek veya en azından tahmin etmek oldukça sarsıcı bir şey olmalıydı. Ama Rus Bilim adam’ının yüzünde en ufak bir değişiklik olmadı. Bu detayı aklının bir kenarına not etti.
“Yani kısacası emici çalışırsa radyasyon yok mu edilecek?”
“Evet, tüm zehirli toksinler dünyanın çekirdeğinde hapsolacak ve yok edilecek. Ama elbette bunun da yan etkileri olabilir. Eğer emici tahmin edildiği kadar güçlü değilse tüm radyasyonu emdikten sonra istenilen yere hapsedemeyebilir ve aynı anda hepsini serbest bırakabilir. Bu da uzaya yayılarak daha fazla radyasyon’u çeker.”
Mark dişlerini sıktı. Neden illa kötü bir sonucu olmak zorundaydı ki? Zor bir karardı vereceği karar ama bir şekilde yapmak zorundaydı çünkü şu anda yaşadıkları hayata pek yaşam denemezdi.
“Sizin tavsiyeleriniz nedir?” dedi diğerlerine dönerek.
Hepsinden evet anlamında bir ses kalabalığı çıktı. Katılıyor olmaları oldukça güzeldi, bu kararını kolaylaştıracaktı. Tekrar ilk konuşan bilim adamına döndü. “Başarma oranımız nedir?”
“Oldukça zor ve riskli bir görev. Bilindiği üzere doğu Avrupa tamamen yaşanamaz durumda. Hem radyasyon’un yan etkileriyle uğraşacak hem de değişime uğramış insan ve hayvanlarla savaşmak zorunda kalacaklar. Emicinin tam olarak yerinin bilinmemesi de ayrı bir risk. Ne aradıklarını bilmeleri yeterli değil, onun hakkında daha fazla ipucu bulmamız gerektiği açık bir gerçek.”
Biraz düşündü. “Tamam şöyle yapalım.” dedi en sonunda. “Sayın Kevin. Güvendiğiniz bilim adamlarını emicinin tam konumunun bulması için görevlendirin. Size bu konuda tam yetki veriyorum. Kalanlarınız ise oraya gidecek insanların bulmalarını kolaylaştıracak şeyler yapacak.”
“Aklınızdaki nedir?” dedi Kevin biraz da şaşırmış görünecek. Her ne kadar oldukça zeki birisi olsa da Başkan’ın aklındakileri bir türlü çözemiyordu.
“Doğu Avrupa’ya gidecek ayrı ülkelerden yedi grup seçeceğim. Bu gruplar kendilerini kendi ülke ve kasabalarında kanıtlamış olanlardan olacak. Radyasyon’u uzun süreliğine geciktirecek iğne, uydu sayesinde çalışan görüntülü telefon, tam korumalı bir giysi. Yapabilir misin?”
“Elbette. Ne kadar çabuk gerekiyor?” diye sordu. Kevin oldukça heyecanlanmıştı.
“Bir hafta. Ne kadar çabuk yola çıkarsak iyi. Uçaklar çalışmadığı için ne kadar uzak olursa olsun arabayla aramak zorunda kalacaklar. Şimdiden yola çıkmaları daha iyi ben görüntülü telsiz sayesinde sizin bilim adamlarınızdan öğrendiğiniz şeyleri onlara aktaracağım.”
“Bitti sayın.”
Bilim adamlarının hepsi aynı anda kalkıp başkan’a selam verdikten sonra odadan çıkıp görevlerine dağıldılar. Mark derin bir nefes aldı. Uzun zamandan sonra ilk defa gerçekten heyecanlanmıştı çünkü ellerinde umut vardı. İşe yarayabilecek bir umut.
Eli telefondaki düğmeye gitti yine. “Konferans odasını hazırlayın, kasabalara brifing vereceğim.”
“Hangi bölgeye istersiniz?” diye sordu telefonun ucundaki ses.
“Bütün dünya.”

16 Eylül 2009 Çarşamba

ALDIN [Beşinci Bölüm]




Aldin'in aslında tanışmaya ilgisi yoktu ve plânı başkaydı. Onun asıl amacı insanları bir şekilde kışkırttıktan sonra hepsinin isyan etmesini sağlamak ve buradan defolup gitmekti lakin bu zor görünüyordu. Girerken ilk fark ettiği şey insanların anlamsız bir biçimde mutlu olduğuydu. Yuvarlak ve büyük bir salona adımını atmıştı. Pencere ve kapısız, her yerde rahat koltukların, yemeklerle dolu masaların ve satranç gibi ilginç oyunların bulunduğu bir oyun alanının olduğu ilginç bir yerdi ve insanlar konuşuyor, eğleniyor ve birbirleriyle şakalaşıyordu. Çok fazlaydılar, sayabildiği kadarıyla yüz kadar kişi vardı ve salon'da herkesi içine alabilecek kadar büyüktü. Salon yuvarlak olduğu için tüm koridorlar birbirine bakıyordu ve her koridor'un başında numara vardı ve büyük ihtimalle kişilerin yaşadığı oda tarzı yerlere açılıyordu. Salon'da farklı yerlerde toplam dört tane şömine vardı ve bir sürü insan şömine'nin karşısında yayılmış rahat bir şekilde sigarasını veya purosunu tüttürüyordu. Ne muhafız ne de ona benzer birşey vardı ve tavanda da kara bir delik bulunuyordu. Ötesini göremiyor ama insanları'da merak ettirmiyordu.
Aldin, peşinden Adela ve Almira geniş ve insanlarla dolu bir masaya oturdular. Masada kocaman kızarmış bir tavuk -bezelye ve tuhaf ama lezzetli gibi görünen bir takım süslerle birlikte- yaklaşık sekiz kadar büyük bardak bira, börekler, pastırmalar, ekmekler, çeşitli salatalar vardı. Hepsi de harika kokuyordu ama Aldin hiçbirine elini sürmedi. Aç değildi ve ilk girerkenki şaşkınlığını bir türlü üstünden atamıyordu. Burasının daha önce karşılaştığı yerlerden çok daha farklı ve çok daha sıcak bir ortamı vardı.Eğer yukarıda olanları gerçekten görmese ve o plânlarını söylemeye meraklı adamla tanışmamış olsaydı burada uzun yıllar mutluluk içinde yaşayabilirdi. Tarikat'ın onları nerede tuttuğunu merak etmişti ve neden onlara bu kadar güzel bir şekilde bakıldığını. İnsanları bu kadar güzel bir yerden nasıl çıkmaya ikna edebilirdi? Kesinlikle hiçbir şansı yoktu.
Aldin göz ucuyla Adela'ya baktı. Hiçbir şey söylememesine rağmen o da oldukça şaşırmış görünüyordu ama derinden acı çektiğinden yüzü somurtkandı. Almira çoktan kahvaltısına yamulmuş, onlarla bir gıdım bile ilgilenmiyordu. Herşey şu gerçek gibi görünen ama aslında rüya'dan ibaret olan şeyler gibiydi. Yemeklerin güzel kokusu içine doluyor, insanların arkadaşlıkları ve sıcak şömineden yayılan taze odun kokusu insanın ısınmasını sağlıyordu. Bir an önce bu gibi saçmalıklardan kurtulmalıydı. Acaba onu bayılttıktan sonra ona ilaç mı vermişlerdi? Soğuk, ürkütücü ve pis kokan zindanları bu kadar iyi bir şekilde görmesini sağlayan bir tür uyuşturucu?
Aldin tavuğun yağlı kısmından bir parça koparıp ağzına attı. Tavuk o kadar güzeldi ki baharatı hissetmişti ve ağzında eriyordu. Şimdiden tamamını bitirebilecekmiş gibi hissediyordu kendisini. Tüm bunları gerçek olduğunu kendisine ıspatlamak için yapmıştı ve şimdi kendisini burada yaşamanın güzel olduğunu düşünürken buldu.
Tüm bunlar da neyin nesiydi?
Almira hâlâ yemeğini yediğinden sormayı düşündüğü soruları yuttu. Şu an bu yer hakkında ona söyleyebilecek tek kişiyi korkutmak ya da rahatsız etmek istemiyordu. Almira ikisinin bu ilginç zindan ya da her neyse hakkında birşeyler anlatabilecek tek kişiydi. Hiç güneş ışığı olmadığından dışarısının karanlık mı yoksa gündüz mü olduğunu anlamak imkânsızdı. Tüm bunlar olup biterken gündüzdü ve Almira'da bunun sabah olduğunu düşünüyordu ama bunlar hiçbir zaman güneş ışığını görmüyor iseler sabahla akşamı karıştırıyor olabilirlerdi. Tek istediği lanet olası bir kusurdu ama bulunduğu yer ve ortam bunlara müsade etmiyordu.
"Biz nerdeyiz?" dedi Adela Aldin'in kulağına fısıldayarak. Sorusunu Almira'dan saklamak için oldukça çaba harcamıştı. Adela yemeklere hiç dokunmamış ve bulunduğu yeri inceleyip durmuştu. Muhtemelen o Aldin gibi saçma şeylerle ilgilenmeyip kendisine bir kaçıp plânı bulmaya çalışmıştı ama tek çıkış yolu yukarıdaki kara delik gibi görünüyordu.
"Hiçbir fikrim yok." dedi Aldin samimiyetle. "Buraya getirilirken sana birşey verdiler mi? Ya da getirilirken tuhaf bir şey gördün mi?"
Adela hemen karşısında iştahla yemek yiyen yeni arkadaşına baktı. Gözünü ayırmadan. "Hayır. Arkadan yaklaştılar ve bir anda buradan uyandım. Aynı senin gibi. Ne yapacağız?"
"Bilmiyorum. Burada en uzun süre duran birisini bulup bir şekilde sorgulamamız gerekecek. Bunu kaba kuvvetle yapamam. Acaba sen.."
"Yaparım." dedi Adela hemen.
Biraz daha durup Almira'nın yemeğini bitirmesini beklediler. Kız yemeğini oldukça yavaş ve her lokmayı hissederek yedi. Bir yandan baharatlı tavuğu yiyor bir yandan da bira'sını yudumluyordu. Özellikle Almira'yı buradan çıkmaya ikna etmek bu yerde bir kusur bulmaktan daha zor olacak gibi görünüyordu. Almira sonunda yemeğini bitirince ağır hareketlerle arkasına yaslandı.
"Sorularınız var gibi görünüyor." dedi Almira birasından bir yudum daha alarak. Köpük tüm ağzına bulaşmıştı ve bu ona oldukça komik bir görüntü sağlıyordu. "Her yeni gelenin vardır soruları. Dinliyorum."
"İlk geldiğimizde kaos zindanlığına hoşgeldiniz demiştin." dedi Aldin hemen aklındaki bir soruyla başlayarak. "Burasının pek kaosluk bir ortamı yok."
"Bu büyük zindanlık altı büyük bölümden oluşuyor ve sen o zindan'ın en iyi tarafındasın. Diğer bölümdekiler her zaman bu bölüme ulaşmak için çabalar ve savaşır. Diğerleri çok daha iç karartıcıdır güven bana." dedi elindeki birşeyle oyalanarak. "Bir bölümden diğerine geçemezsin."
"Neden?" diye sordu Adela konuşmaya katılarak.
"Altı bölümü birbirine bağlayan altı büyük köprü vardır. Her köprü ikiyüz metre civarında ve çok ağır radyasyon içeriyor. Geçebilmek için vücuduna onun ilacını enjekte etmen gerekir. Tahmin ettiğin kadarıyla da diğer bölümlerde onun ilacını hak etmen gerekiyor."
"Nasıl?"
"Dövüşlere katılarak." dedi Almira ama Adela'nın yüzündeki korku dolu ifadeyi görünce. "Merak etme başka biri senin yerine de katılabilir." diye ekledi bakışlarıyla Aldin'i göstererek.
"Bu radyasyonu nasıl yapıyorlar? Tüm bunları kim inşa etti?"
"Kimse bilmiyor." dedi tatlı kız bir yudum daha alarak. "Bizi buraya kimin attığını dahi bilmiyoruz."
"Peki ilacı kim veriyor?" diye kuşkuyla sordu Adela.
"Eric. Buranın en yaşlı insanıdır. Tam yirmi yıldır burada ve buraya gelmeyi en fazla hak etmiş kişi olmasına rağmen diğer bölümlerde insanlara yardım ediyor ve dövüş karşılığında onlara ilacı veriyor."
"Toplam kaç kişi var burda?"
"İlk görüş onbin kişi olduğuydu." diye konuşmaya katıldı başka birisi. Almira'nın hemen yanında oturuyordu ve tüm konuşma boyunca onları dinlemişti. Sarı uzun saçları ve etkileyici bir gülüşü vardı. Pis sakalları onun üzerindeki etkiyi güçlendiriyor ve ona hafif karizmatikimsi bir görüntü veriyordu. "Ama sonra hep yeni birileri geldi. Bu yer için daha yedi tane boş oda var. Bu yerler tükenince yedi günde aynı bu güzellikte yeni bir bölüm inşa ediliyor ve diğer bölümdekiler için yeni bir amaç doğuyor."
Tam bu sırada küçük bir kargaşa koptu. Kel ve yine kirli sakallı birisi herkesin tezahüratı eşliğinde gülerek bir masaya çıktı. Dolu bir bira kupasını elinde tutuyordu.
"Bugün.." dedi ama devam edemedi çünkü herkes "Joaquin" diye bağırmaya başlamıştı. Joaquin bir süre insanların tezahüratlarını ve alkışlarını dinledi tebessümle.
"Bugün aramızda yeni çaylaklar katıldı sayın dinleyiciler." dedi bağırışları eliyle bastırarak. "Yüzlerinde korkunun ifadesi var. Bakın." dedi eliyle Aldin ve Adela'yı göstererek. Herkes bira kupasını havaya kaldırarak onları selamladı. "Onlara iyi davranmak zorunda değiliz değil mi?" Herkes bir anda bağırdı tekrar. "Hadi onlara cehennemi yaşatalım."
Bağırışmalar tekrar duyuldu ve herkes onlara doğru koşmaya başladı. Aldin tam dövüş pozisyonuna giriyordu ki bir anda herkes onların üstüne bira dökmeye, bir yandan da aynı biralarla birbirini ıslatmaya başladı. Gerçek bir kargaşa hakimdi, Aldin önünü bile göremüyordu. Sonunda herkes savaşmayacak kadar bitkin düştüğünde Aldin Adela ile birlikte eski yerine oturdu. Kusacakmış gibi hissediyordu. İnsanlar gülüşerek kendilerine yeni bira doldurdular büyük bir kazandan. Joaquin birden karşılarına oturdu. Elini Aldin'e uzattı. " Merhaba ben Joaquin." Aldin elini gönülsüzce sıktı. "Hoşgeldin partisine hoşgeldin." dedi gülümseyerek. "Bugün sizin ilk ve son gününüz."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordu Aldin'e göre çok daha iyi durumda olan Adela.
"Almira size söylemedi galiba." dedi. Gülüşü birden kaybolmuş yerini karamsar bir havaya bırakmıştı. "İyi bölüm'de çaylaklar sadece bir gün geçirir. Bu onların bu bölümün tadını alması ve tekrar buraya gelmek istemesi için yapılmıştır. Sonra diğer bölümlere geçerek bu bölüme gelmeye ve burada kalıcı olmaya çalışacaksınız. Bu büyük bir turnuva."
Aldin gözlerini kapadı. Zaten bu şeyler fazla iyi gidiyordu. Gözlerini açıp göz ucuyla Adela'ya baktı. Onun umurunda değil gibiydi. Zaten ne gerek vardı ki? Onu zaten Aldin koruyacaktı. Kendini korumaktan aciz birisiydi maalesef. Gerçekten umurunda olmaması çok sinirine gidiyordu. Şimdi ne yapacaktı? Tekrar buraya gelmek falan istemiyordu. Tek yapmak istediği şu iyi gibi görünen ama aslında kötü olan zindandan kaçmaktı ama bunu nasıl yapacaktı? Acaba onu diğer zindanlıkta ne gibi süprizler bekliyordu? Katiller? Tecavüzcüler? Yemeksizlik? Soğuk ortam?
Teşekkür edip Almira ile tek kelime etmeden Adela ile birlikte eski odasına gittiler. Almira üzgün görünüyordu ama yapabileceği birşey yoktu. Bu evreleri o da geçmişti ve yeni gelen herkes yine geçmek zorundaydı.
"Harika!" dedi sinirli bir ses tonuyla Aldin yatağa tekrar otururken. "Şimdi ne yapacağız?"
"Bu yemekler bir yerden geliyor olmalı. Bu bira bardaklarını biri temizliyor olmalı. Ya da ortamı falan. Yemekleri onlar yapıyorsa bile malzemeleri bir şekilde dışarıdan almak zorundalar. Bu tek kaçış yolumuz olabilir."
ve bir daha konuşmadılar. Plânları bu şekildeydi ama bunu nasıl yapacakları hakkında en ufak bir fikirleri dahi yoktu. Bütün gün yemek yiyip bir sonraki gün için enerji depoladılar. Akşam olduğunda ise düşünmekten yorgun düşüp yataklarına uzanmışlardı çünkü yarın onları bambaşka bir gün bekliyordu.

7 Eylül 2009 Pazartesi

ALDIN [Dördüncü Bölüm]





Çok ilginç ve ürkütücüydü girdikleri oda. Elips biçimindeki odayı tüm gün boyunca gördükleri gizemli adamlar dolduruyor ve havayıda ilahilerle boyuyorlardı. Tüm cüppelilerin baktıkları yerde ise duvarda bir adam asılıydı. Kolları yana açılmış, ayakları dikkatlice kesilmiş bir hâlde zincirle asılmıştı. Hemen altında küçük kova şeklindeki bir taş vardı ve adamın vücudundan akan kan orayı dolduruyor, ordan da hemen arkasındaki kan havuzuna boşalıyordu. Kan havuzu teknik olarak doluydu ve o kadar çok değişik kan vardı ki kırmızı değil siyahtı havuzun içi.
"Adela!" dedi sessiz ama keskin sesle. " İncelemeyi bırak artık."
"Oda çok ilginç" diye itiraz etti Adela masum bir şekilde.
Aldin kafasında bir plân oluşturmaya çalışıyordu. Herşeyden önce kaybettiği eşyalarını bulmalı ve herhangi bir olay olmadan buradan defolup gitmeliydi, lakin bu kolay olmayacak gibi görünüyordu. Tüm herkesin sırtı onlara dönük olduğu ve bir çeşit transta oldukları için şimdilik rahattılar.
"Bak!" dedi Adela o kan havuzunun hemen yanındaki bir bölmeyi işaret ederek. " Anahtarın dahil herşey orada."
"Colt?"
"Orada.."
"O zaman oraya ulaşmam gerek. Dikkat çekebilir misin?" diye sordu adamlardan gözünü ayırmadan.
"Deneyebilirim."
Aldin kapının arkasına saklanırken Adela girişe yönelip ıslık çaldı ama kimse bakmadı. Bir daha çaldı, yine kimse bakmadı. Söyledikleri ilahiler yüzünden birşey duymuyorlardı.
Birden Adela'nın arkasında iki kişi belirdi, kız daha ne olduğunu anlamadan bayıldı. Aldin bunu görünce tek şansının da kaybolduğunu anlayarak saklandığı yerden çıktı ve eşyalarına koşmaya başladı. Eğer Colt'a ulaşabilirse bir şekilde bunlara karşı çıkabilirdi. Adamlar koşan Aldin'e bakıyor ama hiçbir harekette bulunmuyordu. Sonunda silaha ulaşıp onlara doğrulttu. Hiçbirinde en ufak bir tepki bile yoktu, bir tür robot gibiydiler.
"Merhaba sevgili Genç." dedi arkasında bir ses.
Aldin hiç zaman kaybetmeden silahı sese doğru doğrulttu. Oldukça yaşlı, baston yardımıyla yürüyen ama bilgili bir surat karşıladı onu. Yaklaşık yetmiş yaşlarında olmalıydı, sesinde bir tür alay vardı ama kesinlikle bilgeliydi.
"Merhaba." dedi Aldin. Korkmuştu ama o kadar da değil.
"Kendini kaybetmiş olduğunu görüyorum." dedi. " Ve kafan karışık. Sorunlarına yardımcı olmamı ister misin?"
"Herşeyden önce beni arkadan bayıltmaktan vazgeçin." dedi gözüyle hemen arkasında sinsi sinsi yürüyen iki cüppeliyi göstererek. Yaşlı kişi onları bir baş hareketiyle durdurdu gülümseyerek.
"Güzel." dedi Coltu indirerek. "Burada neler oluyor? Siz de kimsiniz? Daha doğrusu bir tarikat olduğunuzu anladım ama amacınız ne? Neyin peşindesiniz?"
"Bir anda çok fazla soru sordun genç. Amacımız dünyaya barışı getirmek."
"Ba.. Barış mı?" dedi. İyice sinirlenmişti. "İnsanları öldürerek mi?"
"Biz sadece kötü ruhlara sahip bedenleri kurban ediyoruz. O öldürdüğümüz ve yanılmıyorsam senin arkadaşının sevgilisi olan çocuk partilere katılıp, içki içerek insanları rahatsız ediyordu."
"Bunu herkes yapar."
"Biz de o zaman herkesi kurban edeceğiz."
Adam Aldin'in şaşırmış suratını görünce o iğrenç yüzünü iğrenç bir sırıtışla yaydı. "Kötü olmayan insan yok. Biz de dahil. Yaptığımız plân sayesinde kendimizi de kurban edeceğiz. Ondan sonra dünya kendine gelmek için zaman bulabilir."
"Nasıl? Dünyaya meteorun çarpmasını mı sağlayacaksınız?" dedi alayla.
"Sinir gazları. Sinir gazlarıyla dünyadaki stratejik noktalarından yardım alarak herkesi yok edebiliriz ama neyse artık gidebilirsin. Plânlarımızı yeterince öğrendin, artık bize karşı kullanmak için bir güç doğabilir içinde."
Aldin doğru düşünemediğini fark etti, elindeki silahı doğrultarak ateş etti ama basit bir "klik" sesinden başka hiçbir ses duymadı. Aldin aceleyle silahın içini kontrol etti, BOŞTU!
"Sana dolu bir silah vereceğimi sanmıyordun, öyle değil mi?"
Ve birden gözü karardı. Bayılmıştı..
Aniden uyandığında elindeki üzerindeki giysiyi fark etti. Otel gibi bir yerdeydi. Hemen yanındaki yatakta uyumakta olan Adela zarar görmüşe benzemiyordu, onun hemen yanında ise karışık saçlarıyla mavi gözlü bir kız vardı. Bulunduğu durumdan ve ortamdan keyif almışa benziyordu. Gözlerini ovuşturdu. Hem otel hem yatak. Acaba neden bu kadar lüks bir ortamdaydı?. Onların bulunduğu oda oldukça büyüktü ve kapındaki cam'ın arkasından bir oda daha görünüyordu. Ama tüm bunların da ötesinde onu şaşırtan şey konuşmalardı. Bu oda'nın hemen karşısındaki oda'da, onun yanındaki oda da da insanlar vardı ve hep bir ağızdan konuşuyorlardı. Eğer acıyı gerçekten hissetmeseydi kalabalık bir barda uyuyakaldığını sanabilirdi zira herşey tam bir rüya gibiydi. Doğruldu, yatak yumuşacıktı ve onu tekrar uyumaya davet ediyordu.
"İyi misin?" diye sordu yanındaki kız. Ama sesinde korku değil tam bir alay tınısı vardı.
"Burada yemek var mı?" diye sordu Aldin gözlerini kapayarak. Ağzından ekşimsi bir tad geldi, dudağı kanıyor olmalıydı. " O kadar şakadan sonra gerçekten acıktım."
"Yemek mi? Hayatında ilk defa burada olmana rağmen aklına ilk gelen şey yemek mi? Gerçekten mi?"
"Eh, acıktım ve yemek gereklidir. "
"Adın ne?" diye sordu kız aniden.
"Aldin.."
"Ben de Almira. Kaos zindanlığına hoşgeldin."
Aldin cevap vermedi. Daha acayip durumlarda da bulunmuştu, bu ilk değildi ama insanların bu yeri benimsemiş olmalarını aklı almıyordu. Acaba kaç insan vardı burda?
"Burası da ne? Otel mi?"
"Hem evet hem hayır. Zindanımsı otel diyelim."
"Hiç kaçmayı denediniz mi?" dedi kafasını tutarak.
Biraz durdu, düşünüyor gibiydi. "Sanırım. Ama muhtemelen kaybolmuştur, zindan oldukça büyük."
"Ya da öldürülmüştür.."
"Kim tarafından?" diye sordu Almira soran bakışlarla.
"Tarikat üyeleri. Kimbilir burdasın ve seni kaçıranın kim olduğunu bilmiyor musun?"
"Kimse bilmez. Sabaha doğru oda kapıları açılır ve ana salonda buluşuruz, daha sonra herkes kendi odasına dağılır. Bu ezelden beri böyledir. Oda açılınca yemekler orda bizi bekler."
"Herkes odasına mı dağılır? Herkesin kendi özel odası mı var?"
"Elbette. Oda'nın başında isimlerimiz ve soyadlarımız yazar."
Ondan sonra bir daha konuşmadılar. Yaklaşık iki saat sonra Adela uyanmıştı ama duruma Aldin'den farklı bir tepki vermişti. Tek kelime bile etmemiş ve şaşırmış görüntüsünü üstünden çabuk atmıştı. Aldin onun için üzülüyordu aslında çünkü acısını saklamayı beceremiyordu pek. En azından Aldin'e. Aldin onun şu anda ölesiye bir şekilde acı çektiğini biliyordu ve onun yüzünden anladığı kadarıyla dün gece sevgilisini ölenlerle onu kaçıran kişilerin aynı olduğuna emin olmuştu. Bu da onun otelinde ve odasında yatıyor olduğu gerçeğini daha da kamçılıyordu.
Adela ile birşey konuşmayacağını bildiği için birkaç saatlik suskunluktan sonra Almira'ya yönelmişti. Sonunda kızın burada 2 yıl kaldığını ve bundan önceki hayatını pek hatırlamadığını öğrendi. Oldukça maceralı bir hayatı sonunda burada sonlanmıştı.
Sabaha kadar konuştular, o kadar konuştular ki sonunda Adela sıkılıp uyuyakalmıştı ve Aldin'in de boğazı ağrıyordu. Geceyarısını biraz geçe de uyumuştu.
Sonunda Almira'nın iteklemesiyle uyanmıştı.
"Oda beş dakika sonra açılacak." dedi. "Diğerlerini tanımak istiyor musun?"
ve Oda açıldı.

26 Temmuz 2009 Pazar

ALDIN [Üçüncü Bölüm]




Yaklaşık 3 saat kadar geçmesine rağmen neredeyse hiçbirşey değişmemişti. Adela bayıldıktan hemen sonra kendisine gelmiş –Elbette Aldin’in sayesinde- ve o zamandan beri’de hiç konuşmamış ve sürekli aşkının ölü bedenine bakıp durmuştu. Aldin güzel kıza çok acıyordu. Onun yaşadığı acıyı asla tatmadığından sadece hayal edebilirdi. Aldin hiçbir ilişkiyi bu kadar derin yaşamamıştı. Onun ilişkileri ya aldatmayla ya da terk etmeyle biterdi. Adela’nın ise isteği yerine gelmişti. Tam istediğini bulmuşken şu anda hayatının aşkı ellerinin arasından kayıp gitmişti. Ne acı..
Adela’yı uyandırmadan hemen önce Aldin, arabasına kadar gitmiş ve ne olur ne olmaz diye bir zamanlar zengin bir insan’dan çaldığı Colt’u alıp gelmişti. Colt şimdiye kadar çalmış olduğu en değerli eşya ve birşey için değişmeyeceği tek şeydi. Mermiler’de yanındaydı, yani tam takım ondaydı.
Adela’nın bundan sonra nasıl bir tavır tıkınacağını kesinlikle bilmiyor, hatta tahmin bile edemiyordu. Bildiği tek şey uzunca bir süre onu takip edeceğiydi. Kızı bu acıyla başbaşa bıraksa kendisini hayatı boyunca affetmezdi. Ama birşeyler yapmalıydı zira sonsuza kadar burada duracaklar gibi görünüyordu. Aldin ayaklarını uzatmış kızı seyrediyordu.
“Adela” dedi bezgin bir sesle.
Kız cevap vermedi. Ne büyük bir sürpriz.
“Adela, ayağa kalkman gerek. Ne yapacağımıza karar vermeliyiz. Burada böyle sonsuza kadar duramayız.”
Kız yaşlı gözlerle Aldin’e baktı. Gözlerinin etrafı kızarmıştı ve şu haliyle tatlı bir zombiye benziyordu.
“Sen gidebilirsin istersen.” dedi zayıf bir sesle. “Seni zaten yeterince alıkoydum. Herşey için teşekkürler. Senin kadar iyi insanlar yok artık ortalıkta.”
“Buraya kadar gelmişken seni bırakamam.”
“Neden?” dedi. Bir gözü hâlâ cesede bakıyordu. “Sensiz’de gayet iyi gidiyordum ben.”
Aldin gözlerini devirdi. Tecavü sahnesini hatırlayınca içi burkuldu yine. “Hayır, hiçte iyi gitmiyordun.”
Ayağa kalkarak kızın yanında diz çöktü. “Hadi kalk. Burada durarak kendine daha fazla acı vermek dışında hiçbirşey yapmıyorsun. Cesedi yakmak iyi bir fikir olabilir.” dedi kızın ateş dolu bakışlarını görmezden gelerek. “Biz gidince onu bulup ucuz bir mezarlığa kapatacaklar. Sevgilin daha iyisini hak ediyor. Onu küle çevirip güçlü doğu rüzgârlarına savur.” Aldin bir anda o kadar şiirsel konuşmuştu hem kendisini hem de Adela’yı etkilemişti sözleriyle.
Kız gözlerini kapadı. Birşey düşünüyor gibiydi, muhtemelen sevgilisini yakıp yakmamayı kararlaştırıyordu kendince. Bir gözyaşı düştü yanağına.
“Tamam.” dedi. “Başka şansım’da yok zaten.”
Beraberce ayağa kalktılar. Adela zar zor nefes alıyordu. Tamamen mahvolmuş bir durumdaydı. Ancak Aldin’in desteğiyle yürüyebiliyordu. Adela’nın Aldin ile karşılaşması kesinlikle Allah’ın ona bir yardımıydı. Onsuz kesinlikle devam edemezdi.
Tam cesedi duvardan indireceklerdi ki bir ses duydular merdivenlerden. Adela korkuya kapıldı.
“Saklan!” diye bağırdı Aldin Adela’yı diğer odaya doğru sürükleyerek. Eğer gelenler polis’se işleri bitmişti. Suç mahalinde iki insan, üstelik ceset tam soğumamış ve tüm odada onların parmak izleri. Jüri bu hikayeye bayılırdı.
Dolaba saklandılar.
İçeriye kukuletalı dört kişi girdi. Uzun boyları ve geniş cüsseleri vardı. Ağır hareket ediyor ve fısıltıyla konuşuyorlardı. Kesinlikle tüyler ürperticiydi halleri.
İkisinin’de kanı donmuştu ve sesli nefes almaktan bile korkar durumdaydılar şu an. Dört kişi cesedin önünde diz çöküler.
“Sana yalvarıyoruz Yedilerin en büyüğü, ölüm tanrısı.” dedi aralarından en irisi. "Bu Günahkârı cehenneme kabul et. Kabul etki bu cehennem bile olsa ruhu sonsuzluğun melodisinde yankılanmasın.”
“Bu da ne?" diye sordu Aldin fısıldayarak. Ne olduğunu kesinlikle anlamamıştı ve herşeyden önemlisi bunlarda kimdi? Bir eli Colt’taydı. Gidip onu aldığı için şükrediyordu.
“Hadi bakalım.” dedi cesaretini toplayarak. Birden dolaptan çıkarak aralarına daldı. Adela dolapta kalmıştı. Dört kişinin tam ortasındaydı şu an. Colt’u ilk konuşana doğrulttu.
“Selam.” dedi hınzır bir ifadeyle.
“Önümüzden çekil ölümlü. Seninle işimiz yok.”
“Burada yanlışınız var işte. Hep yoluma çıkıyorsunuz. Buda sizinle işimin olduğunu gösteriyor. Ayrıca.” dedi Aldin. “Ölümlü mü? Ben ölmem palavralarına başlamayacaksınız değil mi?Çünkü bu tarz şeyler midemi bulandırıyor artık.”
“Biz..”
Ama daha sözünü tamamlayamadan tam alnında kocaman bir kurşun belirdi. Ruhsuz ceset düşünce diğer üçü dişlerini sıkarak ateşli gözlerle Aldin’e baktı.
“Kusura bakmayın beyler. Sadece ölümsüz olup olmadığını kontrol ediyordum.”
Üç kişinin gözü de Aldin’in elindeki Colt’taydı ve o yok olmadan saldırmayacakları aşikârdı. Aldin’de bunun farkındaydı. İkisini karşısına alarak silahı onlara doğrulttu. Şu anda ne yapacağı hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. İstediği tek şey Adela’yı da alıp bu lanet olası yerden defolmaktı.
Son anda kafasına bir darbe yiyip dünyası karardı. Arkasında birisinin olup olmadığını anlamamıştı bile.



Aldin gözlerini açınca ağzına kan tadı geldi. Yüzünde ve vücudunda bir sürü yara izi göze çarpıyordu. İşkence mi? Hiç sanmıyordu zira işkence kesinlikle hatırlanırdı. Gözleri karanlığa alışınca etrafı incelemeye koyuldu. Bir gemi’nin zemin katında olduğunu sanıyordu. Neredeyse hiç eşya yoktu bulundukları odada. Tam karşısında ise Adela vardı. O da Aldin gibi duvara mıhlanmıştı. Sağında ve solunda iki tane paslı zincir vardı ve en ufak hareketlerinde ellerinin acımasına neden oluyordu. Adela’nın da yüzünde aynı Aldin gibi yaralar vardı.
Acaba o işkenceyi hatırlıyor muydu? Öyle birşey olduysa tabi.
Umarım hayır diye düşündü paslı zincirden kurtulmaya çalışırken. Acaba nasıl bir belaya bulaşmıştı. Adela’yla karşılaşmasıyla başlayan ilginç macera hâlâ devam ediyordu demekki.
“Adela!” diye bağırdı tüm gücüyle. Birisinin onu duyup duymaması kesinlikle umurunda değildi.
Kız tepki vermedi. Aldin birden güçlü bir korkuya kapıldı. Acaba..?
“Adela! Adela! Adela! Adela!”
Kız sonunda gözlerini açtı. Etrafı büyük bir merakla seyrediyordu. Tüm bu olanlar ona ilginç geliyor olmalıydı. Ağzında olan birşeyi tükürünce karşısındaki Aldin’i görüp gülümsedi.
“Haris’i babam öldürmemiş.” dedi.
“Ne?” diye sordu Aldin ilginç kıza hayretler içerisinde bakarken. Tek düşündüğü bu muydu gerçekten?
“Tek düşündüğün bu mu? Burada tanrı’nın bile unuttuğu bir yerde bağlı olduğumuz gerçeğini sana hatırlatmak istiyorum. Sen gelmeden önce hayatım oldukça güzeldi.”
“Ben gelmeden önce hayatın BOŞTU! Biraz macera her zaman iyidir. Ayrıca hâlâ adını öğrenemedim.”
“Aldin. Nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun?” dedi. Kız milleti onu gerçekten şaşırtıyordu. Belki de insanlar öyleydi, bilmiyordu. Uzun zamandır onların dışında yaşıyordu.
“Biz iyi insanlarız Aldin. İyi insanlar her zaman kurtulur.”
Bir yandan ayağıyla yerden birşey almaya çalışıyordu. Sonunda almak istediğini alınca gülümsedi ve onu sol eline fırlattı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Aldin. Bu kızda acaba ne gibi süprizler vardı.
“Solağımda.”
“Ne yapıyorsun Adela?” dedi sorusunu tekrarlayarak.
“Biz iyi insanların kurtulmasına yardım ediyorum. Burada çürüyemeyiz Aldin. Bu aptal tarikatın arkasındakileri öğrenmeliyiz. Haris’imi öldürdüler.”
“Hayır demek isterdim ama sanırım sana karşı koyulamıyor, değil mi?”
“Hayır.” dedi Adela gülümseyerek. “Acaba bize işkence eden adam ne zaman gelecek? Ona küçük bir süpriz hazırladım da.”
Havada bu zincirlerle asılı kalmanın kemiklerini ağrıtmaya başladığını acı içinde fark etti Aldin. Aklında yüzlerce soru vardı. Bu tarikat’ta neyin nesiydi? Onlardan ne istiyordular ve herşeyden önemlisi Adela’nın biricik sevgilisi Haris’i hangi amaçla öldürdüler? Eğer birşekilde şans ya da başka birşeyin yardımıyla kurtulabilirlerse aralarından herhangi birini ilginç bilgiler ansiklopedisi yapabilirdi.
“Sana işkence yapıldığını hatırlıyor musun?” diye sordu Aldin.
“Biraz. Amaçları aslında işkence değildi anladığım kadarıyla. Biz’ de birşey arıyor gibiydiler daha çok. Yüzümüzdeki bu yara bereleri anlamış değilim ama. Neyse.” dedi konuşmaktan yorularak. “Adam gelince hepsini sorarız ona.”
Aldin kızın sol elinde ne olduğunu anlamaya çalışarak bakışlarını kızı sol eline yönlendirdi. Adela her seferinde yarım yamalak konuşuyordu, muhtemelen ne olduğunu sorarsa onu tatmin eden bir cevapla karşılaşamazdı.
Tam bu sırada içeriye bir adam girdi. Aldin, onlara zarar verenin bu olduğunu tahmin ediyordu. Kukuletalı gizemli insanların aksine bu adam oldukça şişko, kel ve kısa boyluydu. Savaş’tan ya da bir dövüşten kaldığını tahmin ettiği bir sürü yara izi göze çarpıyordu. Elinde kanlı bir ustura vardı ve aynı diğer gizemli adamlar gibi ağır ve acelesiz hareket ediyordu.
Adam hiç konuşmadı, tek bir söz bile söylemedi. Aldin’in yanına gelerek elindeki kanlı usturayı onun giysileriyle sildikten sonra arkasındaki Adela’ya döndü.
“Sorumu tekrarlıyorum. Kutsal bölmede ne işiniz vardı?”
“Kutsal bölme de neyin nesi?” dedi arkasındaki Aldin. “Hep böyle gizemli konuşacaksanız hiç konuşmayın daha iyi.”
Adam arkasını döndü. Kızdığı her halinden belliydi. Aldin amacına ulaştığı için mutlu oldu lakin adam kolunda derin bir çizik bırakınca gülümsemesi hemen kayboldu ve yerini acı dolu bir ifade bıraktı.
“Senle devam edelim komik çocuk. Orada ne yapıyordunuz?” dedi onun giysisinden tutup kendine çekerek. “BİZDEN NE İSTİYORSUNUZ?”
“Biraz pizza iyi olurdu. Ekstra peynirli ve mantar olmasın.”
“LANET OLSUN SİZE!” dedi Aldin’in vücudunda üç derin kesik bırakarak. Aldin’in ağzından kan geldi. “Daha fazla şaka ve espri yok. Ya cevap verin ya da cehennem’e gidin, seçim sizin.”
Aldin ağzındaki kanı tükürdü. “Artık benim bölgeme girdin bok çuvalı.” dedi. İlk defa bu kadar sinirleniyordu. Adam tam şeytanca gülümseyip usturayı bir defa daha kullanıyordu ki tam göğüsünde parlak birşey belirdi. Bu Adela tarafından sırtından sokulmuş uzun ve keskin bir katananın ucuydu.
Adam kanlar içinde yere yuvarlandı.
“Bu kadar keskin şeyleri etrafta bırakmamalısınız.” dedi Adela.
Elindeki iğneyle Aldin’in de zincirlerini çözüp onu serbest bıraktı. Demekki sol elindeki buydu.
“Ellerin bağlı haldeyken nasıl yaptın bunu?” diye sordu Aldin acıyan ellerini ovarak. Yere indiği için bahtiyardı.
“Herkesin kendine göre yetenekleri var.” dedi güzel bayan.
“Bu iş bitince Adela. Bana kendinden uzun uzun bahsedeceksin. Hem de en ufak detayına kadar. Anlaştık mı?”
“Karşılıklı olursa neden olmasın?” dedi Adela o etkileyici gülümsemelerinden birini yaparak.
Beraberce kapıyı zor da olsa açtılar. Zira kapı aşırı derecede ağırdı. Kapı çok dar bir koridora açılıyordu. Koridorun sağ ve sol tarafından aynı bunun gibi ağır kapılar vardı ve içeriden hiç ses gelmiyordu. Sessizce koridoru geçtiler. Aldin ihtiyatlıydı. Adela’dan aldığı güzel ejderha işlemeli katanayı tutuyordu ve herhangi birinin gelme ihtimaline karşı konsantre olmuş durumdaydı. Adela ise ilk gelmişken ki soğukkanlılığını koruyordu ve o meraklı bakışlarını koridorun her tarafında gezdiriyordu. Sonunda koridor yine büyük ve yine boş bir odaya açıldı. Kapı yuvarlaktı ve odanın dört bir yanında yine az önce girdikleri koridor gibi muhtemelen uzun koridorlar vardı.
“Buradan kurtulunca ne yapacağız?” diye sordu Aldin durup dinlenince.
“Sarajevo’ya gitmemiz gerek. Her ne kadar ona kızgın olsam da bizi bu bok bataklığından kurtarabilecek tek kişi babam. Ondan sonrasını ise bilmiyorum.”
“Acaba Colt ve arabam nerde?”
Adela tam cevap verecekti ki odanın sağ tarafındaki koridordan ilahi sesleri gelmeye başladı. Doğal olarak ikisi de seslerin geldiği tarafa doğru gittiler. Oraya varınca Adela’nın midesi bulandı. Karşılarında iğrenç bir görüntü vardı.

30 Haziran 2009 Salı

ALDIN [Ikinci Bölüm]



“Viski mi?” diye sordu Adela soran bakışlarla. Yolculuğa başlayalı yaklaşık iki saat kadar olmuştu ve ikisi de şimdiye dek hiç konuşmamıştı. Aldin’in konuşmamasının bir sebebi vardı elbette. Ondan etkilenmek istemiyordu, Adela’nın gitme zamanı geldiğinde zorlanmak istemiyordu. Tek başına yolculuk yapmaya alışmıştı ve tek başına yolculuk yapmaya alışmamış olsa bile bu kadar güzel bir kızın bu kadar pis biriyle aynı arabada uzun süre yolculuk yapacağından şüpheliydi. Diğer yandan kızın gerçek hayat hikayesini duymak için sabırsızlanmadan edemiyordu. Belki arada onu, arabaya ve dolayısıyla ona bağlayacak bir şey bulabilirdi.
“Viski sevmez misin?” diye sordu Aldin gözünü yoldan ayırmadan.
“Viskiyi herkes sever.” dedi. “Ama aldığın üç şişeden ikisi viski. Diğeri de zaten su. Biraz çeşitlilik olmalıydı. Ayrıca hâlâ adını öğrenemedim.”
“Daha hak etmedin çünkü.”
“Pislik..” dedi gözlerini devirerek.
“Söyle bakalım Adela.” dedi dişlerini sıkarak. “ Arabada anlatırım demiştin. Bu havada, bu yerde, bu insanlarla ne işin var? Hiç korku filmi izlemedin mi sen? Güzel kızlara otostop yaptığında neler olduğunu bilmiyor musun? Birinin tecavüze kalkışması pek şaşılacak bir şey değil çünkü.”
Adela içini çekip, hüzünlü gözlerle yolu seyretmeye başladı. Viskiyle dolu poşet hâlâ elindeydi. Aldin aniden onun gizemli bir çekiciliğinin olduğunu fark etti. Kendisini erkeklere çeken şey sadece tipi ya da seksiliği değildi. Bambaşka bir şeydi ama ne olduğunu bulamıyordu. Altı aydan sonra ilk defa biriyle uzun uzun konuşabilirdi. Umarım Nürnberg’de inmek zorunda kalmaz diye düşünürken buldu kendisini. Bağlanmamalıydı..
“Babam.” diye söze başladı güzel kız. “Bir mafya babası. Hem de Bosna’nın en ünlü ve en güçlü mafya babalarından. Tek mal varlığı ben olduğum için insanlara işkence çektirmekten arta kalan zamanlarında hep benimle ilgilendi.” Gülümsedi. “Bilirsin. Nasıl biriyle evleneceğim? Çıkacağım insanlar nasıl olacak? Evim nerede olacak? Işim falan.. Herkesin aksine bunlardan istediğimi, istediğim şekilde seçebiliyordum. Babamın da tehlikeli birisi olduğu bilindiği için güzelliğime rağmen erkekler bana yaklaşmaktan korkuyordu. Şansıma hoşlandığım tek insanın babamdan korkusu yoktu.” Elindeki poşeti sıktı, sinirlenmişti. Anlatırken tüm o anları tekrar yaşar gibiydi. Sakinleştiğinde. “Bir süre her şey iyi gitti. Gerçekten mutluydum. Hem de hayatımda ilk defa. Düşün yirmialtı senedir gerçek aşkımı bulduğumu sandığım kimseyle karşılaşmadım, bu ilkti. Ama babam burada da devreye girdi. Bir gün kalktığımda onun gittiğini gördüm. Babam kaçtığını söyledi ama ona inanmıyorum. Babam onu ölümle tehdit etmiş olmalıydı. Onun nereye kaçtığını öğrenip yollara düştüm.”
“Evden kaçtın yani.” dedi Aldin gülümseyerek. Kararlı kızlara bayılırdı. Bu sonsuza kadar onun arkadaşı olarak kalacak olsa bile onunla tanışmak ve konuşmak zevkliydi.
“Evet. Babama not bıraktım elbette ki. Ona beni durdurması için öldürmesi gerektiğini söyledim. Beni ve onu olduğu gibi kabullenmesi gerek.”
“Peki baban onu neden ölümle tehdit etti? Yani sonuçta senin mutlu olmanı istemiyor muydu? Onda hoşuna gitmeyen bir şey mi vardı?”
“Biraz içki içmeyi seviyordu ama hey. Kim sevmez ki?” dedi sevimli bir yüz ifadesiyle. “Gerçekten olağanüstü birisiydi. Kibar, zeki, okulunda başarılı, arkadaşları tarafından sevilen birisi. Okulda karizma olup da kendini beğenmiş yüz ifadesi olmayanlardan. Tam bana göreydi. Onun yanındayken kendimi tamamlanmış hissediyordum. Böyle bir hissi yaşamak.” İçini çekti. “Harika birşey. Aşk.. harika bir şey.”
Aldin ona özendi. Sorunlu bir çocukluk geçirdiğinden aşkı gerçekten hiç tatmamış ve hiçbir zaman da tam olarak istememiş, özenmemişti. Şimdiye kadar..Arabayı hızlandırdı. Artık hayatında gerçekten ona değer verebilecek birisinin çıkacağından şüpheliydi.
Bir an önce kendisine çeki düzen vermeliydi. Spora başlamalı, temelli bir şehire taşınmalı ve gitar çalmayı öğrenmeliydi. Herkesten uzaklaşarak hiçbirşey elde ettiğini sanmıyordu.
“O nerde yaşıyor peki?”
“Nürnberg. Gözlerden uzak ama yaşanması oldukça güzel bir yer. Üstelik babam ve onun alanından uzak. Yeni bir hayat kurmak için olabilecek en iyi yerlerden birisi.”
Ve bir daha konuşma olmadı. Aldin zaten yeteri kadar sorunlarının içinde boğuşuyordu. Bir de aşkı istemeye başlaması onun adına kötü olmuştu. Adela kısa bir süre sonra derin bir uykuya daldı. Akşam olmuştu ve hava soğumaya başlamıştı bile. Klimayı sıcağa çevirdi ki güzel bayan üşümesin.
Lise yılları aslında onun açısından oldukça harika geçmişti. Bosna bir öğrenci ve bir genç için yaşanabilecek en iyi yerlerden birisiydi zira gençlerin şehriydi. Özellikle yazları cennet gibi oluyordu. Parklarda, göl veya dere kenarlarında her gece arkadaşlar buluşur, ateşler yakılır ve gitar ve korku hikâyeleri eşliğinde eğlenilirdi. Kız anlaşmazlıklarını saymazsak çingenelerin dışında kimse kimseye sataşmıyordu genellikle. Bir savaş şehri olduğu için yaralı bir şehirdi sarajevo ama bunu arkadaşlık ve dostlukla kapatmıştı. Onun da Irma, Nedim ve Andrea’dan oluşan bir arkadaş grubu vardı. Her gece o kadar eğlenirlerdi ki Aldin bir an önce gece gelip de arkadaşlarıyla buluşması için tanrıya dua ederdi. Şimdi ise elinde hiçbir şey yoktu. Aldin onlara bir şey demeden, bir mektup bile bırakmadan ülkeyi terk etmişti. Doğduğu ve sevdiği ülkesini. Ilk durağı Almanyaydı ve altı aydır biraz hırsızlık yaparak biraz da dinlenerek bu yere kadar gelmişti. Şimdi ise uğruna yaşamak için bir nedeni olan birisiyle tanışmış ve onun hayat hikayesin dinleyerek onu ve onun gibilerin hayatına özenmişti. Ne kadar da büyük bir süpriz!
Sonunda Nürnberg’in ilk binaları görünmeye başlayınca derin uykuda olan ama heyecanı yüzünden okunan güzel bayanı uyandırdı.
“Geldik mi?” diye sordu kırık bir sesle.
“Evet.” diye cevap verdi Aldin. “Nürnberg’in tam olarak neresinde yaşadığını biliyor musun?”
“Evet.” dedi kaşlarını çatarak. Bir yandan cebindeki birşeyi çıkarmaya çalışıyordu.
Bir harita.
Nürnberg’in Google Earth’ten alınmış bir haritasıydı ve bazı yerler işaretlenmişti kırmızı kalem ile. Muhtemelen sevgilisinin daha önce görülmüş olduğu yerler ya da görülme olasılığı olan yerlerdi. Güzel bayan onu gerçekten bulmaya adamıştı kendisini. Aldin bunu takdir çok takdir etti. O hiçbirşey için bu kadar hırslı çalışmamıştı. Belki ondan örnek alabilirdi bazı şeylerde.
“Bunlar?” diye sordu yine de.
“Haris’in yaşadığı yerler.”
“Ne?” diye sordu Adela’ya bakarak.“Sekiz evi mi var? Gezmeyi seviyor olmalı.”
“Hayır, babam onu ölümle tehdit ettiğinden beri paranoyaklaştı. Birisinde yaşama olasılığı hesaplanınca diğer eve geçiyor. Bu onu canlı tutuyor herhalde.”
Nürnberg diğer Almanya şehirleri kadar düzenli ve huzurluydu. Sıcak temmuz güneşi etrafı iyice kavurmasına rağmen şehre bir karmaşa hakim değildi. Kalabalık millet Nürnberg’in canlı kesimini oluşturuyordu ama çok fazla mezarlık vardı. Muhtemelen ikinci dünya savaşından kalan ölüleri tuttukları yerdi. Aldin bir Bosna Savaş’ı mağduru olduğu için savaşın hiçbir yönünü sevmezdi.
Adela ile birlikte geceye kadar üç tane yeri ziyaret edebildiler ve hiçbirinde sevgilisi Haris’in izine rastlayamadılar. Evleri şehirde güzel ama fazla dikkat çekmeyen yerleydeydi ve hepsi de polis istasyonlarına yakındı. Arabayı kenara çekti.
“Neden durduk?” diye sordu Adela.
“Geceyarısı oldu. Dinlenmem gerek, yarın uzun bir gün olacak.”
“Ileride bir motel var.” dedi ilerideki küçük, yanıp sönen hafleriyle GUSTAG yazan yeri işaret ederek.
“Ben motellerde uyumam ama sen uyumak istersen de karışmam. Arabada uyumaya alışığım. Istersen arabayı motelin önüne sürebilirim.”
“Sonra da sabaha karşı gizlice benden kaçasın diye mi? Almayayım.”
“Senden kurtulmak isteseydim.” dedi Aldin. “Bunu çoktan yapardım.”
Koltuğunu yatay konuma getirerek arkasına yaslandı ve her zaman ki gibi romantik şarkılarla dolu bir kaset takıp sesini açtı. Romantik ezgiler onun kolayca uyumasını sağlıyordu.
“Lionel Ritchie.”
“Evet.” diye cevapladı Aldin viskiyi plastik bir bardağa doldurup içti. Ne kadar çok içki içerse o kadar rahat uyurdu. “Şimdi uyu Adela. Eğer modelde uyumak istemiyorsan da fazla ses çıkarma.”
Ilk üç saati deliksiz geçen uyku onun rahatlamasını sağlamıştı ama bir daha uyuyamadı. Hemen yanındaki Adela çoktan uyumuştu. Tecavüz girişiminden sonra da kolaycacık uyuyabilmişti. Hiçbirşeyden korkmuyordu herhalde ve hiçbir türlü baskı onu yıldırmıyordu. Adela, onun yaşamak istediği hayatı temsilen tanrı tarafından gönderilmiş bir lütuftu. Bir gün Adela ile Haris’in düğününe gelmeyi aklının bir kenarına not etti. Adela ile sadece altı saat geçirmiş olmasına rağmen ona şimdiden ısınmıştı. Eğer beraber uzunca süre yolculuk yapsalardı mükemmel arkadaş olurlardı.
Sabaha kadar arka koltukta duran kalıp kitaplardan –ansiklopedi- birini okudu. Bilgi sahibi olmayı seviyordu her konuda.
“Aldin!”
O her zaman bir kitap kurdu olmuştu. Muhtemelen babasından kalan bir gelenekti ona geçen. Hiçbir zaman iyi bir ailesi yoktu ve kız kardeşi Sara gibi de evlenip çocuk sahibi olamamıştı. Sara ailenin zekisiydi. Aldin’in aksine hayatı başarılarla dolu, iyi bir okulu bitirmiş ve gerçekten aşık olduğu birisini bulup Fransa’ya taşınmıştı. Eskiden onunla çok iyi olmasına rağmen evlendikten sonra bir defa bile görüşememişti onunla. Kızkardeşi onun bu yolculuğu plânladığından bile haberdar değildi büyük ihtimalle.
“ALDIN!”
“Ne var?” dedi yeni arkadaşına dönerek.
“Neden uyumadın?”
Aldin dişlerini sıktı ve daha önce viski doldurduğu plastik bardağa termos’tan nescafe doldurdu. “Hadi gidelim. Sırada ne var?”
“Ilk önce şuraya gidelim.” Şehir merkezinden çok uzak kırmızı bir noktayı işaret ediyordu. “Muhtemelen ordadır. Haris gürültüyü çok sever bu yüzden parka yakın bir yer almıştır kendisine. Ayrıca Ana polis merkezine birkaç blok uzaklıkta. Eğer ben olsaydım burada yaşardım.”
“O zaman neden ilk orayı söylemedin?” diye sordu Aldin huysuz bir tavırla.
“Unuttum”. dedi yorgun bir sesle.
Arabayı çalıştırdı ve söz konusu olan yere gitti. Gerçekten de evi yeşilliklerin etrafında kocaman bir park alanının hemen bitişiğindeydi. En üst kata çıkana kadar her kapıyı çaldılar, tüm evler boştu. Garip diye düşündü Aldin son kata çıkarken. Son kapı aralıktı. Adela “Haris” diye içeri daldı ama hemen sonrasında derin ve acı dolu bir çığlık attı. Aldin hemen kızın yanına koştu. Kızın karşısında durduğu şey çarmıha gerilmiş bir cesetti. Üzerinde işkence çektiğini belli eden bir sürü işaret vardı. Dişleri kerpeten ile çekilmişti ve hiçbir parmağında tırnak yoktu. Ölene kadar acı çekmiş olmalı diye düşündü. “Hayır!” dedi Adela diz çökerken. Gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Birkaç defa cesede bakmaya çalıştı ama başaramadı. Aldin onu teselli etmek için hiçbir şey yapmadı. Yanına oturmadı ve teselli edici hiçbir söz söylemedi çünkü biliyordu ki şu anda kimse ona yardımcı olamazdı. Kız ağlarken Aldin etrafı araştırdı ve yatağın hemen altında aceleyle sokulmuş bir mektup bulana kadar da durmadı.
“Bir mektup buldum.” dedi Adela’ya.
Kız hiç tepki vermedi, hâlâ cesedin karşısında oturmuş gözyaşı döküyordu. “Peki, ben okuyayım.”


Sevgili Adela
Beni aradığını biliyorum. Sen de benim kaçmak zorunda olduğumu biliyordun. Üzgünüm, korkumu yenip yanında kalamadım. Bana aşkı tattıran yürekle bir atamadım. Kaçtım.. Hergünüm ölüm korkusuyla geçti. Adres değiştirdim, uzaklaştım fakat sonumun değişmeyeceğini hissettim hep.
Şimdi bunları da bu hisle yazıyorum. Bana bir şey olursa bile seni sevdiğimi, seni severek öldüğümü bil diye.
Ama sakın ağlama Adela.. Gözyaşlarının benim için ne kadar değerli olduğunu biliyorsun. Sen güçlü bir kızsın. Bensiz de ayakta durabilirsin. Ben duramadım. Babanın tehditleri, benim böyle kıyıya köşeye saklanmama, her anımın senden uzakta geçmesine yetti. Sokağa çıkamaz oldum. Her gördüğüm insan, canımı alacak kanlı bir katil gibi göründü gözüme.
Öleceğimi biliyorum ve bunun senin yanında olması için nelerimi vermezdim. Korkaklığım için beni bağışla sevgilim. Seni bırakıp, uzaklarda ölümümü beklediğim için beni affet.
Tüm yaşantım gözlerimin önünden geçiyor şimdi. Tüm yaşantım da senmişsin. Saçların, gözlerin, çocuksu kahkahalarınmış. Simsiyah saçlarına ellerimi doladığım zaman yaşadığım mutluluğu, belki de son kez anımsıyorum. Bilirsin ne çok severim. Karşımda da sen varsın yine, masmavi derin gözlerinle. Hadi sevgilim ‘şerefimize’…


Aldin mektubu bitirdiğinde fark ettiği ilk şey yerde baygın bir halde duran güzel bir bayanın bedeniydi.